Buraya kadar, dostlar

-
Aa
+
a
a
a

John Boorman

Çocukluğumda, Londra’daki hava saldırıları sırasında ‘blockbuster’ denilen bomba, birkaç mahalleyi birden ortadan kaldıran türden bir bomba türüydü. Şimdiyse, büyük gişe beklentisi yaratan pahalı prodüksiyonlar anlamında kullanılan ‘blockbuster’ filmler de Hollywood stüdyolarını ortadan kaldıracak gibi görünüyor. Canavar, kendini yaratanlara döndü yani. ‘Blockbuster’ filmlerin yapımı ve pazarlanması o kadar pahalı bir hale geldi ki artık kimsenin bütçesi yetmiyor bunlara.

Amerikan askeri sistemine bakıyoruz; bütün düşmanlarını un ufak edecek kadar güçlü, ama bir yandan da Amerikan ekonomisini iflasa sürüklüyor. Sistemde doğuştan gelen bir arıza mı var acaba; her şey kendi ağırlığı altında kalıp göçene kadar mütemadiyen büyüyor?

1980’lere kadar filmler her bir büyük şehirde, bir avuç sinemada gösterime girerdi. Sonra birkaç hafta kadar gösterimde kalır ve ağızdan ağıza yayılan eleştiriler gerektirirse gösterim süresi yavaş yavaş artardı. Daha sonra ulusal televizyona reklam verme dönemi başladı. Bu o kadar pahalıydı ki, yapılan masrafa değmesi için filmin size yakın bir yerde gösteriliyor olması önemliydi. Meşhur, “in a theatre near you” (yakınınızdaki salonda gösteriliyor) lafının çıkışı bu döneme rastlıyor. O günlerde filmler, radikal bir şekilde, 1000 kopyayla açılmaya başladılar; daha sonra, 2000, 3000 ve en sonunda 4000 kopyaya kadar çıktılar. Sadece kopyalar için 5 milyon dolar gerekiyor ve maliyetler her geçen yıl tırmanıyor. Bir filmin pazarlanması 30 – 40 milyon doları buluyor, çünkü rakip filmlerin gösterimini engellemek için ‘multiplex’ denen çok salonlu sinemaların bütün salonlarına girmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla, bir ‘blockbuster’ filmin gişe gelirinin yüzde 25 – 30’u, daha birinci hafta içinde yutuluyor demektir.

Böyle bir filmin yapılabilmesi için belirli temel unsurlar devreye girer:

1. Filmin hemen tanınmasını ve bilinmesini sağlayacak, birinci dereceden bir yıldız. Bu 20 milyon dolar demektir.

2. Görsellik ve aksiyon. Ama gerçek şiddet ve cinsellik olmaz, çünkü filmin PG (parental guidance: bazı sahneler çocuklar için uygun olmayabilir) reytingi alması gerekir. R (Restricted: 17 yaşın altındakiler yanlarında bir yetişkin olmadan izleyemez) reytingi alırsanız gelirlerinizin yüzde 30’unu unutacaksınız demektir.

3. Dijital efektler... ki burada da çıta giderek yükseliyor: Hulk’ı yaratmak için Industrial Light and Magic şirketinin kestiği fatura 40 milyon dolardı.

Sinema salonlarındaki dolby stereo sistemlerinin ve amfilerin de artık bir rock konseri tadı verdiğini unutmayalım. Dolayısıyla müzik de hiç durmamalıdır ve bunun maliyeti de milyonlarca doları bulur. Günümüzde bir ‘blockbuster’ filmin maliyeti ortalama 100 milyon dolardır ve bu bütçe her gün artmaktadır.

Özgünlük, lanetli şey

Stüdyolar artık bu paraları veremiyorlar, ama bir taraftan da bu filmleri yapmak zorundalar. Onun için de burunlarını indirip rakip stüdyolarla ortak yapımlara girişmek zorunda kalıyorlar.

Fiyatlar bu kadar yüksek olunca da kendilerini sağlama almak istiyor ve bazı garantilerin peşine düşüyorlar. Yani, seyircinin hemen benimseyebileceği konular, devam filmleri, seyircilerin çocukluklarından hatırladıkları dizileri konu alan filmler ya da geçen senenin iş yapan bir filminin senaryosunu taklit eden bir filmde oynatılan yıldızlar... gibi.

‘Bir Varoş Çocuğunun Maceraları’ isimli anılarımda, 1972 tarihli ‘Deliverance’ isimli filmimi nasıl çektiğimi anlattım. Warners, bir senaryo yazmam için beni tuttu. Yazıp verdim. Tamam, kadronu kurabilir ve makul bir fiyata çıkarabilirsern çekebilirsin, dediler.... Bugünün standartlarıyla bakıldığında kulağa ne kadar naif geliyor, değil mi?

Bugün olsaydı, bir grup stüdyo yöneticisinden sayfalar boyu ayrıntılı notlar almam gerekirdi. Ayrıca, senaryoyu tek, basit ve net bir hikaye içerecek şekilde tıraşlamak zorunda bırakılırdım.

 John Boorman (Fotoğraf: De Lafosse)

Bir de, her tür sıradışılığın ve ilginçliğin dibini kazımam istenirdi.

Senaryo onların taleplerine uygun hale geldiği zaman bir stara gönderilirdi. Star olmaz derse stüdyo yeni bir senaryo yazarı tutardı o zaman. İki ya da üç star daha beğenmezse projeden tamamen vazgeçilirdi.

Senaryoyla ilgilenen bir star bulunması durumunda, bu sefer, filmin ismi, kadrosu ve hikayesi piyasa testinden geçirilir. Yani, sokaktaki insanlara böyle bir filmi izleyip izlemeyecekleri sorulur. Konu da şöyledir: Dörk kişi bir nehirde kanoyla gitmektedirler, birinin başı belaya girer...

Bu testlerin sonuçlarının tamamen olumlu olması durumunda stüdyo çalışmaya devam eder.

Açıktır ki böyle bir sistemde özgünlüğe yer yoktur. Hatta, lanetli bir şeydir özgünlük. İnsanlara, başka bir filmi hatırlatmayan bir filmi izleyip izlemeyeceklerini nasıl sorabilirsiniz ki? Elbette, hayır, diyeceklerdir.

İşin bu hale gelebilmesi için, Robert McKee gibi senaryo guruları, keskin hatlar üzerinde ilerleyen öyküler yazmaları için bir senaryoyazarları kuşağının beyinlerini yıkamıştır. Yani, karakterlerin sunumu, dramatik çatışmanın belirmesi, anlatımın gelişmesi, öykünün üç bölüme ayrılması, dikkatle ayarlanmış yükselme noktaları ve olayların çözülmesi. Bu yaklaşım, filmlerin birbirlerinin aynıları olması sonucunu doğurmuş, seyircide kolaylık beklentisi yaratmış ve bu formülden uzak duran filmleri beğenmez hale getirmiştir. Filmler, küçük farklılıklar dışında, giderek birbirine benziyor artık. Bir vakitler bir sinema seyircisi bir arkadaşına, “Şu Rocky filmlerini birbirinden nasıl ayırıyorsun?” diye sormuştu. “Kolay,” diye cevap vermişti arkadaşı: “Numaraları var; 1, 2, 3... diye gidiyor.”

Yönetmen Ang Lee, Hulk filminin çekimiyle ilgili tecrübelerini anlatırken ‘blockbuster’ (yani dev bütçeli) film çekmenin hüner değil, tahammül ve sabır işi olduğunu söylemişti. Asabi stüdyo yöneticileri, yatırımlarının her yönü hakkında, her gün, akıl almaz bir baskı uyguluyorlardı. Bir başka gün de stüdyonun biri bir kameramanın işine son veriyordu ve yönetmenin fikrini sormaya gerek bile görmüyorlardı.

Yapılmayan ödemelerin gettosu durumundaki bağımsız sinema

Stüdyo, her bir sahnenin montaj sırasında değiştirilmeye uygun olarak çekilmesi için ısrar edecektir, çünkü film tamamlandığı zaman piyasa testine çıkarılır. Seyirciler, yapımcılara hangi bölümleri beğenmediklerini söylerler. Bu bölümler ya yeniden montajlanır, ya kesilir ya da yeniden çekilirler. Ayrıca, seyircilerden filme, ‘harika’, ‘çok iyi’, ‘iyi’, ‘iş görür’ ve ‘kötü’ diye not vermeleri de istenir. Filmin başarılı kabul edilmesi için, ‘harika’ ve ‘çok iyi’ kategorilerinde yüzde 80 oranında oy alması gerekir. Eğer bu oranı tutturamazsa, montaj ve yeniden çekim süreci yüzde 80 oranı tutana kadar devam edecektir. Bu süreçte, ağdan kurtulup perdeye kadar ulaşabilmiş özgünlük kırıntıları da gözünün yaşına bakılmaksızın ortadan kaldırılacaktır.

Bütün paralarını dev bütçeli filmlere yatırsalar da, büyük stüdyolar giderek daha az sayıda film çekmektedirler. Yılda 20 – 24 filmden, 10 – 12 filme kadar geriledi sayı. Öte yandan, eskiden filmler senaryo yazarları ve tasarımcılarla birlikte çalışan yönetmenler tarafından geliştirilirken artık stüdyolar tarafından inşa ediliyor.

Senaryoyu belirliyor, oyuncu kadrosunu ve bütçeyi saptıyorlar. Ancak bu aşamadan sonra stüdyo, yönetmenler arasında bir seçme yapıyor. Az sayıda film yapıldığı için rekabet de çok sert oluyor. Yönetmenler bu seçmelere görsel sunumlarla, başka filmlerden örnek sahnelerle ya da animasyon storyboard’larla katılıyorlar. Örneğin, ilk Harry Potter filmini çekmek için yarışan pek çok yönetmenin arasından Warners, geliri 100 milyon doları geçen en fazla sayıda filmi çeken yönetmeni seçmeye karar vermişti. Kazanan, ünlü ‘Evde Tek Başına’ filminin yönetmeni Chris Columbus oldu.

Biz, bu elit sınıftan ihraç edilenler ya da bu şartlarda film yapmayı midesi kaldırmayanlar, gitgide düşük bütçelerin ve yapılmayan ödemelerin gettosu durumundaki bağımsız sinemanın yoksul mahallelerine sürülüyoruz.

Bağımsız sinema, dev-bütçeli, kabadayı filmlerin işgal etmediği kenarlara ve köşelere sıkışmak zorunda kalıyor. Finans da ortak-yapımlardan, vergi muafiyetlerinden, bölgesel önsatışlardan ve, eğer benim Truth isimli filmimi çekerken olduğu gibi şanslıysanız, Film Konseyi’nden gelen paralarla denkleştiriliyor (Ben, piyango bileti almadan 2 milyon sterlin sahibi olmuştum).

Filme katılan tarafların tamamen uzlaşması için 18 avukatın çalışması gerekti. Bu sırada, ben Güney Afrika’da bütün kadroyla birlikte haftalar boyunca beklerken film de çökme noktasına geldi. Bağımsız filmlerin çoğunun kaderi nedir bilir misiniz? Genellikle, çekimlerin başlamasına birkaç gün kala proje yatar. Daha da kötüsü, bazen çekimler başladıktan bir ya da iki hafta sonra...

Avukatlık, danışma ve yapım ücretleri, bütçemin en büyük kalemlerinden biriydi. Biraz para yatıran ya da kendini yatırımcı olarak tanıtan herkes, yapımcı yönetmen olmak ister. Ben bir baktım; bu filmimde 6 yapımcı, 5 yapımcı yönetmen ve 2 yardımcı yapımcı vardı. Yönetmen Billy Wilder’a bir defasında, “Yardımcı yapımcı nedir?” diye sormuşlar. “Hiç farketmez,” diye cevap vermiş. “Yapımcıya yardım eden herkes olabilir.”

Bir de filmin öngösterim aşamasını düşünün; avukatlar, muhasebeciler, asistanlar... Bu kadar insanı alacak kadar geniş bir salon var mıdır gerçekten?

Ama, o işkence gibi dönemi atlatıp da bütçeyi denkleştirdiğiniz zaman, filminizi stüdyo yöneticilerinin tavsiye ve iltimas talepleri olmaksızın çekersiniz. Bu noktada özgünlük cezalandırılmaz, kişisel bakışınıza izin verilir, fikirleriniz hoşgörüyle karşılanır ve son onay da, gitgide bir bağımsız film festivaline dönüşmekte olan Akademi ödülleriyle gelir. Bir şekilde ayakta kalır ve dev-bütçeli filmlerin kritik kütleye erişip içlerine çökmelerini beklerken topallaya topallaya ilerleriz. Sonra, önceden programlanmış seyircimizi şaşırtmak ve serseme çevirmek üzere Hollywood’un yıkıntıları arasından doğruluruz.

Boorman’ın anılarını kaleme aldığı ‘Bir Varoş Çocuğunun Maceraları’ isimli kitap Faber&Faber yayınlarından çıktı.

Çeviren: Şerif Erol